17 Nisan 2016 Pazar

Bir körlere özgür olamayan şehir Amsterdam

Yeni planım Amsterdam, Bürüksel, Paris ve Köln şeklindeydi. Otobüs biletlerininde kampanyada olduğunu görünce dayanamadım ve yine kimseye sormadan, hem kör, hem kadın başıma aldım biletlerimi ve düştüm yollara. Öyle heyecanlıydım ki anlatamam. Yıllardır kafamızda büyüttüğümüz o özgürlükçü şehirlere ulaşma şansım vardı şimdi. İnanıyordum, her şey çok güzel olacaktı. Yoksa her şey yalan mıydı? Bize anlatıldığı gibi değil miydi hiçbir şey! Hele de körler açısından… Bunu Amsterdam’a ilk indiğim anlarda yavaş yavaş hissetmeye başlamıştım. Yıllardır Avrupa yalanıyla kandırıldığımı bir kez daha anlamıştım. Ne her tarafta klavuz yollar, ne istasyonlarda kabartma haritalar, ne de başka erişilebilirlik araçları vardı yeterince. Bu konuyu detaylı olarak anlatacağım tabi. Bamberg’den Amsterdam’a otobüs yolculuğum 10-11 saat civarı sürdü. Neden otobüs derseniz, sadece 10 euroydu da ondan. Otobüsten inince o yorgunlukla nereye gideceğimi algılayamadan valizimle bir yerlere doğru ilerlemeye başladım. Derken yeşil yandığında sesli sinyal veren trafik ışıklarıyla karşılaştım. Kendileri üzerinde birkaç deneme yapıp karşıya falan geçtim, fena da değildi hani. Ama etrafta kimseler yoktu, tırsmadım değil. Neyse indiğim yere geri dönüp kalacağım hostele nasıl gideceğimi öğrenebileceğim birkaç insan bulup yardım aldım. Eğer otobüsle Amsterdam’a gelirseniz, sizi sloterdijk tren istasyonunun önünde bırakıyor. İnsanlara tren istasyonunun içine gitmek istediğinizi söyleyin ve benim gibi havalı havalı bavulunuzu da alıp kimsenin olmadığı taraflara yürümeyi denemeyin bence. Gerçi denerseniz benim gibi sesli sayılabilecek trafik ışıklarını deneme şansınız olur. Neyse, içeri girdiğinizde eğer ulaşmak istediğiniz yeri information ofise sorarsanız onlar sizi yönlendirecektir. Oradan bir tek 12 numaralı tramvay geçiyor bildiğim kadarıyla. Ben onu kullanarak hostelime ulaşmıştım. Ben wow hostel adında bir hostelde kaldım. Oldukça büyük bir hostel ama şehir merkezine uzak olduğunu söylemeliyim. Ama çok ucuz ve kahvaltı dahil fiyata. Bu benim için önemliydi çünkü kahvaltı yapmak içinde ayrıca bir yer aramak istemiyordum. Ah bu sırada hostele giderken, tramvaya binerken koluma yapışan ve ısrarla neden yalnız olduğumu soran Hollandalı teyzeyi anlatmadan da geçmemek gerek. Kendisi bizim Türkiyeli teyzelerden hiç de farklı değildi bence. Mersinde “yazzıh! Senin sahibin yoh mu yavruuum?” sorusunu soran teyzelerle aynı formatta sorular sordu kendisi. Tramvaydan koşarak indim ve kendisine kendim gidebilirim beni bırak lütfen diye yalvardım resmen. Bu şehrin çok garip bir atmosferi var. İlk indiğimden itibaren bende aşırı doğal bir yer olduğu izlenimi yarattı diyebilirim. Çok fazla gürültülü de değildi. Şehir merkezi hariç tabi. Hostelde kalacağım odaya gidince odadakiler beni gördü ve kısa bir şaşkınlık yaşadı tabi her zaman ki gibi.. gittiğimde bir İspanyol, bir de Koreli iki arkadaş vardı. İspanyol arkadaşın ilk tepkisi tipik bir Akdenizli tepkisiydi. İsmi Lorena, onu unutmuycam. Yatağından kalkıp, elimi tutup, her şeyin yerini tek tek göstemesi beni mutlu etmişti. Sonra, sabah kahvaltıda yanıma gelip oturması, benimle sohbet etmeye çalışması, İngilizcesi iyi olmadığı için üzülüp, bana arada İspanyolca kelimeler öğretmesi, beni kendi yaşadığı yere ısrarla davet etmesi ve iletişimde kalmak için whatsapp numarasını vermesi çok güzeldi. İlk gün yine aldı içimi bir korku anlatamam.. bu bana Prag gezimde de olmuştu. Sonra kendimi bir şekilde motive etmeyi başardım ve çıktım dışarı. Tramvaydan indiğim yere doğru yürümeye başladım. Etrafta bir tane bile klavuz çizgi yoktu tabi. Derken baya yürümüşüm onu fark ettim. Bir kadınla karşılaştım ve bana tramvay durağını gösterip, gelen trenle müzeler meydanına gidebileceğimi söyledi. Bu tramvay bir gün önce kullandığım 12 numaralı tramvaydı. Müzeler meydanına gitmek için bindim tramvaya ve tabi boşa gittiğimi bilmiyordum. Bu arada tramvaylarda bilet kontrolü çok tuhaf bir sistemle yapılıyor. Hem binerken, hem inerken kapıya yakın bir yere okutuyorsunuz bileti. Bir de günlük bilet 7.50 iki günlük 12.50 euro. Ben parasızlıktan birkaç kez kaçak binmeyi denedim ama sonunda bir görevli arkamdan, “lady, lady, where is your ticket?” deyince aldım. Bir de her kapının yanında bir bilet görevlisi gibi biri var mutlaka tramvaylarda. Bir de yine ısrarla sizi oturtmaya çalışıyorlar. Neyse efenim, ben müzeler meydanına ulaştım. Müzeleri gezmek için acayip heyecanlıydım. İnsanlara sora sora müzelerin olduğu alanı buldum. Sonra birinden yardım isteyerek, o müzelerin içinden RIJKS museum’a doğru ilerlemeye başladım. Güvenlikle konuştum, güvenlik beni danışmaya götürdü ve acı gerçeklerle yüzleştim.. Görevli bana eşlik edebilecek bir refakatçilerinin olmadığını, Braille broşürlerinin olmadığını, ve kulaklıklı sisteminde dokunmatik olduğunu söyledi. Hiç mi bir yolu yok diye sorduğumda, bir yerleri aradı ama yine olumlu bir sonuç çıkmadı. O kadar kötü hissettim ki kendimi, yapacak bir şeyim kalmadı ve oradan çıkmak zorunda kaldım.. Sonra hemen yanındaki Van Gogh müzesine gitmeyi denedim ve burada içeri bile alınmadan, benim için yapabilecekleri bir şeyleri olmadığını söyleyerek gönderdiler. Onlara ısrarla içerideki görevlilerle görüşmek istediğimi söylediysem de, kendilerinin konuştuklarını, bunun mümkün olmayacağını söylediler. Gözlerim doldu, içim bir tuhaf oldu, küfrederek uzaklaştım ordan… Sonra yürürken bir müze daha buldum ve girdim kapısından. Buradaki görevliler biraz daha sıcak kanlıydı ama maalesef bu müzede de gezemedim. Aynı şeyler söylendi çünkü.. Müzenin adını bile unuttum o derece.. 3 müze girişimimde hüsranla sonuçandıktan sonra, ağlamamak için kendimi zor tuttum ve tramvay durağına doğru yürümeye başladım. Bundan sonra en çok gitmek istediğim yer Anne Frank müzesiydi. Tramvayla oraya ulaşabileceğim en yakın durakta indim. Meğer 1 durak erken inmişim. Başladım yürümeye Amsterdam sokaklarında yine. Herkesin ağzında bir “are you alone?” sorusu var. Neden onlara “neden soruyorsun? Evlenecek miyiz?” demek gelmedi o an aklıma bilmiyorum ama muhtemelen o anki mutsuzluğumdan olsa gerek tahammül bile edemedim bu soruya.. aslında yalnızlık kötü bir şey değildi bence. Ama onlar insanı yalnız olduğu, kör olduğu, ya da ötekileştirilen hangi kimlik varsa o olduğu için kötü hissettirmeyi başarıyordu.. Bu arada, anne frank müzesine gidebilmek için, müzeler meydanından 2 numaraya binip, damm meydanında indim ama bana bir durak sonra insem daha iyi olacağını söyledi indikten sonra sorduğum insanlar. Müzeye doğru yürürken, hediyelik ürünler satan bir dükkana denk geldim ve buradan Amsterdam tişörtü ile Amsterdam bilekliği aldım. Sonra müzeye doğru ilerledim. Bu sefer biraz olsun güzel şeylerle karşılaşacağımı biliyordum. Çünkü buraya gelmeden önce biraz araştırmıştım ve Anne Frank müzesinde körler için Braille broşür olduğunu öğrenmiştim. Bu sefer cidden heyecanlıydım ve umutluydum. Müzeyi buldum ve korkunç bir sırayla karşılaştım. Sırada beklemeye başladım. Açıkçası sırayı takip edebilmek benim için oldukça zordu. Zira insanların ilerlediklerini her zaman algılayamıyordum. Görme oranı yüksek biri için bu mümkün olabilirdi ancak ben sadece ışık ve gölgeleri hissedebiliyordum ve bazen insanlara çarpabiliyordum. Neyse bir şekilde sırada bekledim ve daha uzun bir sıra varken, bir adam yanıma gelip yine o klişe soruyu sordu; “are you alone?”! bende tavan yapan sinir adamda yankılandı tabi.. “ne yapacaksın? Neden soruyorsun?” diye adama atarlandım tabi. Adam bana eğer yalnızsam beni içeri götürebileceğini, sırada beklememem gerektiğini söyledi. Neyse biraz rahatladım ve adamla içeri gittim. Yine içeri girip gezme şansı bulamadım. Bir rehberlerinin olmadığını, sesli cihazlarınında dokunmatik olduğunu ve körlerin kullanımı için erişilebilir olmadığını söyledi. Sadece dediğim gibi Braille broşürleri vardı ve onu da almam mümkün değildi. Sadece içeride okuyabilirdim. Onlara kafeteryada oturup okumak istediğimi söyledim ve kabul ettiler. Bu arada broşür birkaç dilde var. Ben İngilizcesini kullandım ve çok da keyif aldım onca müzeden elim boş döndükten sonra. Müzenin kafeteryasında kabartma kitapçığı okudum, kahvemi içtim ve birsandeviçle karnımı doyurmaya çalıştım. Vejetaryen olunca bulabildiğim farklı alternatif yumurtalı sandeviçti ve çok da beğenmedim doğrusu. Ama orada oturup o Braille broşürü okumak bile gezmiş kadar hissettirdi bana. Özgürlükler şehri amsterdam’da, sadece bir müzede Braille broşür bulabilmek ne acı değil mi! Bu arada eğer müzelere girmek isterseniz, çoğunun giriş ücreti 15 euro civarında. Aklınızda bulunsun. Oradan çıkınca magna plaza adında bir alış veriş merkezine gitmeye karar verdim. Bu alış veriş merkezine gitmeye çalışırken İsrailli bir arkadaşla tanışma şansım oldu. onunla türk mutfağı ve İsrail mutfağı üzerine konuştuk yol boyunca. Beni alış veriş merkezine kadar o bıraktı. Bu arada ona da İsrail körler için erişilebilir mi diye sormayı ihmal etmedim tabi. Söylediği kadarıyla erişilebilir bir yermiş ama tabi bunu bir görenin söylemesi yetmiyor artık bana. Gidip görmek ve deneyimlemek isterim doğrusu. Alış veriş merkezinde gezerken hardalların ve daha bir çok sosun satıldığı bir mağaza buldum ve el yapımı güzel bir hardal alıp oradan ayrıldım. Dükkanların ne içerikli olduğunu nasıl anladığımı daha önceki yazılarımda yazmıştım ama yine yazayım. Mesela bu dükkanı dışarıdan pek anlayamamıştım çünkü bir kokusu falan yoktu. Ama içine girip burada neler satılıyor diye sorunca öğrendim. Birde karşıma çıkan şeylere dokunarak çözmeye çalışmıştım ama ilk başta küçük kavanozlarla karşılaşınca açıklamayı duyana kadar tam olarak anlayamamıştım. Sonra birkaç kıyafet mağazası daha gezip yemek yiyebileceğim bir kafeye gittim. Kafe alış meriş merkezinin en üst katında yer alıyor ve yine İtalyan yemekleri olan bir yerdi. Ucuz yemek yerleri bulma konusunda biraz dertliyim doğurusu. Çünkü etrafı o an görsel olarak inceleyemeyeceğim için ilk bulduğum yere girmek zorunda hissediyorum kendimi. Sanırım bu konuda yeni yöntemler bulmalıyım. Zira bir çok Avrupa şehri oldukça pahalı. Bu kafede garsonluk yapan Afgan bir arkadaşla tanıştım. Daha doğrusu o benimle sohbet etmek istedi. Yemeği bitirince beni çıkışa götürebileceğini söylemişti ve kabul ettim. Sonra çıkarken, “buranın parfümleri çok güzel denemek ister misin?” dedi ve beni yan taraftaki parfümcüye götürdü. Israrla bir parfüm beğendirmeye çalıştı ve bende ısrarla beğenmediğimi ve istemediğimi söyledim. Yoksa arkadaş bana parfüm almaya niyetliydi. Sonrasını tahmin edemiyorum valla.. Sonra arkadaş beni bıraktı ve ben şehrin kalabalık ve istiklal caddemsi caddesine doğru ilerledim. Yaklaşık yarım saatimi de bu caddede turlayarak geçirdim. Caddede bol bol kıyafet mağazası, festfood mekanları ve parfümcüler var. Bir kıyafet mağazasında çok beğendiğim bir kıyafeti denemek için kabine gitmek istedim ve beni gören bir görevli kadın İngilizce olarak: “ben de kızım sana yardım edebilirim” deyince ben yine kısa süreli bir şoka girdim ve kendime gelip buna ihtiyacım olmadığını söyledim ve teşekkür ettim. Kabinden çıkınca aynı kadınla kasaya doğru ilerlerken kadına nereli olduğunu sordum ve kadın Kırşehirli bir türk çıktı. Evet dedim tahmin etmiştim. Tabi Hollandalı olsaydı da şaşırmazdım çünkü Avrupalıların da bir sürü benzer davranışıyla karşılaştım. Bir sonraki gün amsterdam’ın en meşhur parkı vondel parka gitmeye karar verdim. Sabah hostelde kahvaltıdan sonra otururken Türkçe konuşan bir grupla karşılaştım ve kendimi tutamayıp merhaba dedim onlara. Onlar da izmirden gelen bir gruptu ve içlerinde daha önce körlerle aynı projede yer almış ve bu konuda çok bilinçli arkadaşlar vardı. Onlarla tanışmak güzeldi bence. Sonra onlardan ayrılıp parka gitmek için tramvaya bindim yine. Parka da bir çok tramvay gidiyor ama bana en uygunu 12 numaraydı. Hostel görevlisi 7 demişti ama 7 numaradaki tramvay görevlisi de 12 numaranın en uygun olduğunu söyledi. Böyle böyle ulaştım parka sonunda. Parkın girişinde karşıma bir arkadaş çıkıp; “aaa ben seni dün Anne Frank müzesinde de görmüştüm ama sana merhaba dememiştim. Sen kitap okuyordun, çok etkileyiciydi.” Şeklinde bir konuşma yapınca ben yine “noluyo yine arkadaş!” diye bi şok geçirdim. Arkadaş Amerikalıymış ve beni Braille alfabesiyle yazılmış broşürü okurken görünce pek bi etkilenmiş. Yani bu da bir çeşit tavlama yöntemi olabilir mi bilemiyorum ama aklınızda bulunsun.  :D Arkadaşa girişte veda edip parkta ilerlemeye başladım ve yürüyüşün, doğanın tadını çıkardım olabildiğince. Tabi bu arada park cidden çok ama çok büyük ve kimse olmazsa kaybolma tehlikesi çok fazla. Görenler de bu parkta fazlasıyla kayboluyormuş. Bir de, beton yolu genelde bisikletliler kullanıyor. O yüzden siz benim gibi beton yoldan yürüyüp kendinizi ve bisikletlileri tehlikeye atmayın bence. :D Hemen betonun yanındaki çimlerin olduğu ya da toprak yolu takip ederek ilerleyebilirsiniz ve kafanıza göre istediğiniz yöne giderek kaybolmanın tadını çıkarabilirsiniz. Tabi parkın içinden nehir de geçiyor ve onun içinde dikkatli olmak gerek. Parkın içinde bir iki tane kafe ve bir de sosisekmekçi bir büfe var. Ben yine bir vejetaryen olarak yemek sorunu yaşadım. Yaklaşık bir saat yürüdükten sonra bir şeyler yemek için bir kafe buldum ve yine sandeviçle yetindim. Üstelik çok pahalıydı. Bu arada parkın içinde otururken bir baba ve 3-4 yaşlarındaki kızı birlikte top oynuyordu. Baba kızına nasıl daha iyi oynayacağını falan öğretiyordu. Bu da Türkiye’de pek görmeyeceğimiz bir durum olduğundan benim oldukça hoşuma gitti. Hmm bir de kafeden ayrılırken üst üste yine insanların “sen yalnız mısın” sorularına marus kaldım ve koşarak uzaklaştım oradan. Park o kadar büyüktü ki, parkın çıkışını bulmam ve tramvay durağına ulaşmam imkansız gibi görünüyordu. Sonunda bir kadın bana bana durağa kadar eşlik edebileceğini söyledi ve benimle geldi ama bunu kabul ettiğime biraz pişman oldum. Zira o da dakikalarca benim nasıl buraya tek başıma geldiğimi sordu ve benim köpeğim ya da refakatçim olması gerektiğini söyledi. Ona bastonumun benim için yeterli olduğunu anlatmaya çalıştım bende. Ayrıca ona neden Amsterdam gibi bir şehirde körler için yeterince erişilebilir koşullar olmadığını sordum ve bana “ben de bilmiyorum ama bildiğim kadarıyla amsterdamda körler için bir kafeterya var, başka bir şey bilmiyorum.” Deyip sustu. Yanında da çok tatlış bir köpeği vardı. Sonra tramvay durağında ayrıldık ve ben damm meydanına yani bir önceki gün gittiğim yere tekrar gittim. Bu sefer, sokak sokak dolaştım ve girmediğim sokak kalmadı. Hani bana burası Amsterdam demeseler baya baya bizim büyük şehirler gibiydi bence. Bu arada yazmama bile gerek yoktur ama yine de yazmadan geçmeyeyim: şehrin her tarafı gerçekten ot kokuyor. İçmiş kadar oluyorsunuz. Bu arada şehir meydanında yakaladığım ortaçağ müziği yapan bir müzisyenin kaydını da sizinle paylaşmak istiyorum.
https://www.youtube.com/watch?v=XQAXV80FynY&feature=em-upload_owner
bu enstrmanın ismini biliyordum ama unuttum. Benim hoşuma gittiği için kaydetmeden geçemedim doğrusu. Yine cadde de dükkanları gezerken bir yerde çalışan abi Türk çıktı. Buranın neden yeterince erişilebilir olmadığı üzerine konuşurken bana; “geçenlerde burada bununla ilgili bir haber vardı, Avrupada en az körlerin olduğu ülke Hollandaymış.” Dedi. Yani bilemiyorum doğruluğu nedir ama yine de, her kimliğin özgür olabildiği bir ülkede çok daha erişilebilir düzenlemeler yapılabilirdi diye düşünüyorum. Bu ilginç şehri geride bırakıp bürüksel yollarına düşmek için hostelden ayrılıyorum 3. Gün ve tramvay durağına giderken biraz kayboluyorum. Bu sırada otobüsümün kalkış saati de gittikçe yaklaşıyor. Neyse ben doğru yolu ararken bir araba gelip yanımda duruyor. Öncesinde içimden geçirdiğim şey; “keşke şimdi biri gelse ve beni otobüs istasyonuna bıraksa ne güzel olur!” oluyor. Arabadan bir adam iniyor ve bana nereye gitmek istediğimi soruyor. Ona durumu anlatıyorum ve “seni bırakmamızı ister misin” diye soruyor. O an gerçekten çok mutlu oluyorum. Beni otobüse kadar bırakıyorlar ve işlerine gidiyorlar. Bende bürüksele, AB başkentine doğru yola çıkıyorum. Evet yeterince erişilebilir değil bu şehir ama yine de tekrar gelmek isteyeceğim şehirlerden. Ayrıca her ne kadar yeterince değil desem de, şu ana kadarki gezdiğim yerler arasında en iyilerinden sanırım. Yani kötünün iyisi belkide.

22 Ocak 2016 Cuma

SANATIN BAŞKENTİ VİYANA

Bu yazımda size Viyana deneyimlerimden bahsedeceğim. Erasmusa gelirken, gitmek için heyecanlandığım şehirlerden biri de Viyana idi.
Ve sonunda o şehre gideceğim gün gelip çattı. Bu fırsatı da ben yarattım tabi. Eğer birilerini beklerseniz, hayallerinizi her zaman gerçekleştiremeyebilirsiniz. Bazen kendi kararlarınızı alıp tek başınıza harekete geçmek sizi hayallerinize biraz daha yaklaştırır. Biraz daha özgür hissedersiniz. Ben Viyana’ya Prag’dan geçiş yaptım. Prag Viyana arası otobüsle tam olarak 4 saat sürüyor.
Otobüsü beklerken Gürcistan’lı bir arkadaşla tanıştım ve Türkiyeye geldiğinden, Türkiye’yi sevdiğinden bahsetti. Onunla biraz Türkiye’de yaşanan politik meselelerden konuştuk. Derken Viyana’ya gelmişiz. :)
Ben Viyana’da hostel ayarlamadım. Zira baktığımda hosteller biraz pahalı geldi benim bütçeme. Ama siz uygun bulursanız ayarlayabilirsiniz. Ben Viyana için couchsurfing adlı uluslar arası ücretsiz bir dayanışma ağı olan uygulamayı kullandım. Bu uygulama sayesinde, gideceğiniz şehir için bir seyahat planlayıp kalabileceğiniz bir ev sahibi arayabiliyor ve eğer eviniz varsa, sizin şehrinize gelen insanları evinizde ağırlayabiliyorsunuz. Bu tamamen gönüllüğe dayalı bir servis. Kimse bir ücret ödemiyor yani. Ben seyahat planımı oluştırduktan sonra, bana Viyana’da yaşayan ve öğrenci olan Türk bir arkadaş geri dönüş yaptı. Açıkçası oraya paylaşımda bulunurken, diğer kimliklerimi belirtme gereği duymadığım gibi kör olduğumu da belirtme gereği duymamıştım. O nedenle biraz kaygılıydım. Geri dönüş yapan arkadaşla iletişime geçtikten sonra kör kimliğine sahip olduğumu da belirtme ihtiyacı hissettim. Neyse yazışmalarımızda her hangi bir olumsuz tepkiyle karşılaşmadım. Cidden merak ediyordum bana karşı nasıl davranılacağını. Çünkü o kadar çok garip davranışlar sergileyen gören insanlarla tanıştım ki, sanırım bu süreçte biraz görenfobik biri olup çıktım. Evet evet, görenlerden korkmaya başlamıştım. Onların yaklaşımlarından, tavırlarından… Ama bütün bu korkularım ve kaygılarım boşa çıktı. Ev sahibi arkadaş beni otogarda karşıladı ve oldukça bilinçliydi. Ama o bilinç başka bir kör arkadaş sayesinde oluşmuş. Çocukluğundan beri aile dostları olan kör bir avukat varmış. Onu tanımasının ona çok büyük bir katkısı olduğunu söyledi bana. Bu sayede 2 gün boyunca kör kimliğim üzerinden hiçbir sorun yaşamadan geçirdim diyebilirim. Bu değişime katkısı olan o kör avukat arkadaşa cidden teşekkür borçlu olduğumu düşünüyorum. İşte tam da bu yüzden daha çok sokaklara çıkalım ve doğruyu anlatalım diye düşünüyorum.


  İlk gün akşam Viyana’ya ulaşabildiğim için eve gidip yemek yemekten ve sohbet etmekten başka bir şey yapamadım. 2. Gün güzel bir Viyana turu yaptığımı düşünüyorum. Şimdi size o detaylardan bahsedebilirim.


  2. günün sabahında beni ağırlayan arkadaşın süper betimlemeleri sayesinde güzel bir gün geçirdim de diyebilirim. Metro hatları biraz karışık gelebilir ama nereye gideceğinizi ve hangi hattı kullanacağınızı biliyorsanız çok da karışık değil aslında. Ben biraz doğal güzellik hastası bir arkadaş olduğum için ilk olarak u1 metrosuyla dona insel adında nehir kenarı bir yere gittim. U1 metrosuna şehir merkezinde yer alan karlsplatz metro durağından binebilirsiniz. Tabi nerede kaldığınıza göre yakın duraklarda değişebilir. U1 metrosuyla dona insel adlı durağa ulaştım ve nehir kıyısında, piknik alanlarının da olduğu güzel bir yere ulaştım. Bu metro durağı tam köprünün üstünde yer alıyor. İndiğinizde metronun geliş yönüne doğru yürüyüp(yani sola doğru diye hatırlıyorum), köprüyü takip ederek bitişinde yine sola dönebilir, orada masalarla karşılaşabilirsiniz. Sonra sağ tarafınızda kalan korkulukları takip ederek merdivenleri bulabilir ve oradan nehir kıyısına inebilirsiniz. Yalnız burada önemli bir detay var bilmeniz gereken, eğer beni ağırlayan arkadaş bu detayı söylemeseydi ben de büyük bir risk yaşayabilirdim. Nehir kıyısına inince, nehir kenarında herhangi bir korkuluk, çim alan, ağaçlandırma vs. bulunmuyor. Direk olarak kendinizi suyun içinde bulabilirsiniz eğer dikkat etmezseniz. Bu detay Vyana gibi bir yerde nasıl unutulmuş ben de merak ediyorum doğrusu. Zira cidden bilmeseydim kötü bir vaka yaşayabilirdim. Burada çok ama çok uzun bir yürüyüş yolu var. İstediğiniz kadar yürüyebilirsiniz. Bu arada nehrin kenarında ara ara kayalara denk gelebilirsiniz. Mesela ben bunlardan birinde oturup dinlenmiş, yoldan geçen birilerini de çevirip fotoğrafımı çektirmiştim. Ha bir de her zaman yaptığım gibi burada da bol bol fotoğraf çektim. Gerçekten fazlasıyla huzurlu bir yerdi diyebilirim. Doğayla iç içe olmayı sevenler değerlendirebilirler. Gerçi Viyana’nın her tarafı doğa ama burası rahat bir alan bence.
  Bu güzel doğa yürüyüşünden sonra bir zamanlar Viyana’da yaşamış ve çok önemli bir yeri olan Habsburg hanedanlığı için önemli saraylardan birine, schönbrunn’a doğru yola çıktım. Nehir kenarından tekrar metro durağına ulaştım ve önce u1 metrosuyla karlsplatza, oradan da u4 metrosuyla schönbrunn’a ulaştım. U4 metrosunun sesi biraz kısıktı. Bu yüzden durak ismini anlamakta zorlandım. Ama binmeden önce sorduğum bir kadın bana, schönbrunn için 6. Durakta inmemi söylemişti. Bu bilgi bu durumda çok işime yaradı. Sizde bu şekilde takip edebilirsiniz eğer ses kaynağı yetersiz olursa. Schönbrunn durağında inince saraya ulaşabilmek için yaklaşık 10 dakika kadar yürümeniz gerekecek. Metrodan çıkınca sağa doğru yürümeniz gerekiyor diye hatırlıyorum ben. Ama yine sormanızı tavsiye ederim. Burası gerçekten ama gerçekten çok büyük bir saray. Kaybolmak için çok güzel bir alan. Ama tabi o kadar kalabalık ki, kaybolmanız yine mümkün olmayacak. Ben noel zamanı gezdiğim için, yine bir christmass marketle karşılaştım sarayın bahçesinde. Stantların arasında dolaşırken bir ara durdum ve neler olduğunu anlamaya çalışıyordum ki, yanıma Amerikalı 3 kadın geldi. Tam da İngilizce konuşacak birilerini ararken onların yanıma gelip,”İngilizce biliyor musun” demeleri süper bir durumdu bence. Onlarla stantları dolaştık birlikte. İçlerinden biri bir zamanlar odtü’de çalışmıştı ya da okumuştu. Onu tam olarak hatırlamıyorum. Ama Türkiye’den olduğumu duyunca sevinmişti.
  Sonra sarayın içini gezmeye karar verdim ve bilet için gişeye ulaştım. Burada küçük bir tartışma yaşadım. Bana “eğer müzeyi bir refakatçi eşliğinde gezmek istiyorsan, önceden randevu almalısın, ayrıca İngilizce için rehber her zaman bulunmuyor. İçeride bir şeylere dokunma şansında olmayacak.” Dediler. Ben de, buraya kadar geldiğimi, bunun bir çözümü olması gerektiğini söyleyip biraz ısrar ettim. Sonunda beni İngilizce rehber eşliğinde gezecek olan bir turist grubuna dahil ettiler. Bilet fiyatı ise 17 buçuk euro gibi bir şeydi. Onlarla gezmeye başladım. Rehberin İngilizcesi gerçekten çok iyiydi. Anlamakta çok zorlanmadım. Gezerken rehberin kolundan tutarak, onu takip ederek gezdim. Bir de gruptaki herkese ayrıca rehberi duyabilmek için kulaklık veriliyor. Böylece daha kolay anlayabiliyorsunuz söylenenleri. Anlatılanları kaçırmıyorsunuz. Evet her müzede olduğu gibi burada da hiçbir şeye dokunamadım ama orada olmak ve o atmosferi hissetmek, o grupla gezebilmek benim için güzel deneyimlerdi doğrusu. Saray gerçekten çok büyüktü ve tur yaklaşık 1 buçuk 2 saat sürdü. Sonunda artık bitsin diye dua eder hale geldim. O kadar yoruldum. Ama Viyana’da gezilmesi gereken en güzel yerlerden birisiydi schönbrunn. Bir çok saray var ama hepsini gezmek yorucu olacağı için ve arkadaşın tavsiyesiyle ben schönbrunn’u tercih ettim. Hikayesini de benden değil orada gezerken öğrenin derim. Küçük bir ipucuvereyim, bu saray tek imparatoriçe olan Maria Teresa’ya ait bir saraymış. Eğer giderseniz kesinlikle bu deneyimi yaşamalısınız derim ben. Tabi önceden rezervesyon yaptırma imkanınız olursa daha şanslı olabilirsiniz. Bu sarayın botanik bahçesi ve hayvanat bahçeside vardı. Ben hayvanat bahçelerine karşı olduğum için orayı görmek bile istemedim. Botanik bahçesini görmeyi çok istiyordum ama sarayın içindeki tur bittiğinde akşam olmuştu. Ben çok yorulmuştum ve bahçe kapanmıştı.. Ama ben doğa aşkımı dona insel’deki nehir kıyısı ile giderdiğim için bahçeyi gezememiş olmak da beni çok üzmedi. Ama sizin aklınızda bulunsun; sarayın yanında yer alıyor bahçe. Dilerseniz bahçeyi de gezebilirsiniz. Tabi bunun için biraz daha erken saatlerde gitmelisiniz.


  Benim bir sonraki durağım Viyana’nın meşhur caddesi kerpnerstraße oldu. bu cadde hem karlsplatz metro durağına, hem de stephanplatz durağına yakın. Ben karlsplatzdan çıkıp stephanplatza doğru yürüdüm. Ama bana çok karışık geldi. Gerçi stephanplatzda inebilmeniz için u1 metrosunda olmanız lazım diye hatırlıyorum. Ben u4 metrosuyla döndüğüm için karlsplatzdan çıkmak zorundaydım. Stephanplatzda ise Viyana’nın katedrali yer alıyor. Eğer gezmek isterseniz, katedrali orada bulabilirsiniz. Ben karlsplatzdan stephanplatza doğru yürüyerek bu caddede ilerledim. burası istiklal caddesine çok benziyor. Ama adım başı bir müzisyenle karşılaşıyorsunuz burada. Mesela bi anda yürürken kulağınıza, zamanında gitar kursunda öğrendiğiniz Asturias müziği gelebiliyor. Büyülenip caddenin ortasında video çekmeye başlayabiliyorsunuz. Bunlar hep birer hatıra oluyor sonra sizin için:
https://www.youtube.com/watch?v=dISZeY_KAZs&feature=em-upload_owner


ilerledikçe bir çok farklı müzikle karşılaşıyorsunuz bu caddede. Ses odaklı yaşamayı sevenler için gerçekten ama gerçekten çok güzel bir atmosferi olan bir cadde burası. Mutlaka turunuza dahil etmenizi öneririm. İşte bu da 2. Videom:
https://www.youtube.com/watch?v=2o5wbUwARxo&feature=em-upload_owner
uzak doğu müziğine de denk gelmiştim, çok da başarılıydı ama onu kaydedemedim maalesef!


bu arada bu cadde boyunca gayet hissedilebilir bir klavuz çizgi de var. Gerçi onu takip etmesenizde takılabileceğiniz pek bir şey yok. Klavuz çizgi ise caddenin tek bir tarafında yer alıyor. Ama ara sokaklara doğru giden klavuz çizgiler de var. Tabi daha önceki yerlerde denk gelmedim klavuz çizgilere onu da belirteyim. Ama metrolarda da klavuz çizgiler konusu gayet başarılı. Mesela münihte klavuz çizgilerin metrolarda dahi olmadığını görünce çok şaşırmıştım. Bu arada caddenin ismini yanlış yazmış olabilirim. Doğru yazılışını bulusam mutlaka düzelteceğim. Bir de ben vakit kalmadığı için gezemedim ama yine karlsplatzda Mozart’ın evi yer alıyor. İsterseniz orayı da gezinize dahil edebilirsiniz.
  Günün sonunda ben vejetaryen olduğum için kendime yiyebilecek bir şeyler ararken kendimi bir İtalyan restaurantında buldum. Ama Avusturya’nın meşur yemeğinin şnitzel olduğu söyleniyor. Siz isterseniz yemek olarak şnitzel düşünebilirsiniz. Bu şehirde de yardım istediğim, yol sorduğum bir çok insan bana “sen tek başına mı geldin? Nasıl geldin? Neden tek başınasın?” gibi sorularını sormayı ihmal etmediler. Ama onlar da turist olarak gelmişlerdi. Sadece sarayın bahçesinde karşılaştığım Amerikalılar bunları sormadılar. Ayrıca buraya gelirken İngilizce ya da almanca bilmiyorsanız, çok da korkmayın derim. Zira her gittiğim yerde Türkçe konuşan en az bir kişiye denk geldim. İnanın bu şehrin yarısı türk olabilir. Hatta türk fırınları bile var. Simit poğaça falan alabiliyorsunuz.
  Ve küçük bir not daha; bu bilgiyi daha önce de duymuştum ama tam olarak emin değildim doğruluğundan. Beni ağırlayan arkadaşın verdiği bilgiyle emin oldum ve çok da üzüldüm doğrusu. Avusturya’da körler kollarına sarı bir bant takarak çıkıyorlarmış dışarı. Nedeni de görenlerin onları daha rahat fark etmesi içinmiş… Görenlerin bizi fark etmesi bu kadar zor mu gerçekten bilmiyorum? Beyaz bastonlarımız bunun için fazlasıyla yeterli değil midir? Bu şekilde etiketlenmemiz kadar kötü bir durum olabilir mi? Bunu hiç bilmiyorum… ama ben tabiî ki sarı bant falan takmadan gezdim. Siz de öyle yapın kesinlikle. Hayır korkmadım değil, polis falan beni çevirirde ceza yazar diye!
Son gün ise, couchsurfingden arkadaş bana buranın meşhur çikolatası mozart çikolatasından almam için yardımcı olup beni yolcu etti. Benim Viyana maceramda çikolatalarla son bulmuş oldu. Ben Viyana’yı beğendim ama öncesinde Prag’ı gördüğüm için orası bana daha etkileyici gelmişti. Prag’ın daha masalsı, daha etkileyici bir ruhu vardı. Viyana biraz daha sıradan geldi sanki. Eğer bir gün bu yazıyı okuyup siz deneyimlerseniz, sizin düşüncelerinizi de bilmek isterim.

13 Ocak 2016 Çarşamba

KAFKA’NIN DOĞDUĞU MASAL ŞEHİR PRAG

Erasmus sonucum ilk açıklandığında gideceğim şehrin Almanya’nın çek cumhuriyeti ve Avusturya sınırında olduğunu öğrenmiştim. Ve buraya geldiğimde gezmeyi istediğim ilk iki yer Prag ve Viyana idi. Sonunda o fırsatı yarattım ve Prag’a doğru yola çıkmaya karar verdim, biletimi aldım, valizimi hazırladım ve bir sabah koyuldum yola. Rotamda Prag, Viiyana ve Berlin vardı. En güzeli yalnızdım ve görenlerin müdahaleleriyle tadını çıkaramayacağım bir gezi beklemiyordu beni. Her şeyi ama her şeyi ben keşfedecektim. Bütün şehirler benim hayal ettiğim biçimde var olacaktı kafamda. Bu çok heyecan vericiydi. Yalnız küçük bir terslik bekliyordu beni. Ben şehirleri gezerken telefonumun haritasından faydalanmayı umuyordum ki, otobüs çek cumhuriyeti sınırına girdiği an benim internet paketi iptal oldu ve ben internetsiz çalışmayan harita uygulamam yüzünden bir panik yaşamadım değil. Yapacak bir şey yoktu artık çıkmıştım yola ve hedefe ulaşmıştım. Yani Prag’daydım. Bi an korkudan geri dönsem mi diye düşündüm ama sonra en fazla kaybolurum deyip yürümeye başladım. İlk yaptığım iş paramı çek kronuna çevirmek için bir döviz brosu bulmak oldu. bu arada içiniz rahat olsun, her tarafta Türkçe konuşan birileriyle mutlaka karşılaşıyorsunuz. Hem bindiğim otobüste, hem döviz brosu ararken Türkçe konuşan insanlarla karşılaştım. Hatta bu sebepten kendimi yurt dışında hissetmediğim anlar bile oldu. paramı çevirdikten sonra kendime oturup bir şeyler yiyebileceğim ve wify kullanabileceğim bir kafe aramaya başladım. O sırada yardım etmeye çalışan bir kadın bana buraya nasıl tek başıma geldiğimi ve benzeri sorular sordu. Ona bir insan olduğumu, istediğim yere tek başıma gitme hakkım olduğunu, önemli olan ve sorgulanması gerkenin şehirlerin erişilebilir olmasının olduğunu anlatmaya çalıştım. Kadın “haklısın erişilebilir değil ama çekler sıcak insanlardır ve yardımseverlerdir.güzel zaman geçireceğine inanıyorum.” Deyip beni istediğim özelliklere sahip bir kafeye bıraktı. Bu kafe otobüs istasyonuna çok yakın bir kafe. Eğer sizde Prag’a gider de iner inmez böyle bir yere ihtiyaç duyarsanız ismi cross kafe. Otobüsten inince en yakın metro durağının çok yakınında. Bir de yine yemek yiyebileceğiniz burger king var yakınlarda aklınızda bulunsun. Klavuz çizgiler mi? İşte onlar yok. Ama boşverin o detaya takılmayın. Çeklerin o tatlış konuşmalarını dinleyin. Daha çok keyif alabilirsiniz mesela. Kafede daha önceden kalmayı planladığım hostellere haritadan baktım ve uzaklık, fiyat gibi kriterlerden sonra en yakın ve en ucuz olanına gitmeye karar verdim. Hayatımın en garip ve güzel günlerini geçirecektim orada. İsmi chili hosteldir ve ostrava 7 numarada adresidir. Oraya otobüs istasyonundan metroyla 3 durak giderek ulaşabiliyorsunuz. Yalnız bineceğiniz metrolara sarı hatlar deniyor. Bir de kırmızı hatlar varmış. Ben sarı hatlar deyince bi an klavuz çizgiden bahsediyorlar sandım ama değil. Ha bir de bazı yürüyen merdivenler korkunç hızlı hareket ediyorlar. Cidden ama cidden dikkat edin. Uçma ihtimaliniz yüksek. Bu arada hostele ulaşmaya çalışırken gördüm ki gerçekten çekler sıcak ve duyarlı insanlar. Sadece İngilizce problemi yaşayabiliyorsunuz. Herkes bilmeyebiliyor buna hazırlıklı olun ve her karşılaştığınıza İngilizce biliyor musunuz demekten vaz geçmeyin. Biri mutlaka bulunuyor. İlk gün hosteli tek başıma bulmanın verdiği mutlulukla ve elimdeki valizin ağırlığından olsa gerek oldukça yorulmuş olmamdan olacakki, hostele gider gitmez uyumaya karar verdim. Bu arada hostel cidden berbat. Yani yatakları dahi çekilmez diye bilirim. Ama günlük 3-4 euroya kalabiliyorsunuz. Bir de sadece yatmaya gidecekseniz iş görüyor bence. Küçük bir hostel olduğu için ben çok kolay alıştım. Zaten yemek olayı falan yok. Onları dışarıda hallediyorsunuz. Asansörde yok söyleyeyim. Görevlilerden de hiç “sen nasıl kalacaksın? Nasıl tek geldin?” gibi sorularla karşılaşmadım. Pek de umurlarında değildim açıkçası. İlk gün sadece odamı gösterdiler ve sonrasında da pek bir şeye ihtiyacım olmadı. Akşam facebook üzerinde yer alan interrail Türkiye grubundan iletişime geçtiğim, aynı otelde kalan türk bir arkadaşla buluştuk hostelde ve birlikte yemek yemeye gittik. Neyseki o da klasik sorulardan sormadı. Tabi baştan sende sakın bu soruları sorma lütfen diye konuşmaya başlamış olmamın bunda etkisi kesinlikle var biliyorum :D Bir sonraki gün sabah asıl gezime başladım. Önce hostelden çıktım ve kendime kahvaltı yapacak bir yer aramaya başladım. Haritam olmadığı için kulaklar ve burun bu konuda iyi bir yardımcı olabiliyor. Hostellin paralelindeki anacadede yürürken sonunda yemek kokuları ve pasta kokuları aldığım bir yerle karşılaştım. Önünde durdum ve oradan geçen birine buranın kafe olup olmadığını, içeride sandeviç veya kahvaltılık bir şeyler bulup bulamayacağımı sordum. Ve sormaz olaydım dedim. Zira arkadaş kafenin üstündekileri okumadan “burada sadece tatlı yiyecekler var. Kahvaltılık bir şeyrle için 200 metre yürümen lazım.” Dedi. Adama ısrarla emin misiniz deyince adam kafasını kaldırıp yazanları okudu ve “ah çok özür dilerim evet burada da sandeviç varmış. İsterseniz girebilirsiniz.” Dedi. Neyse içeri girdim ve çok tatlı bir garsonla karşılaştım. Önce peynirli bir sandeviçle kahve aldım. Sonra garsona çeklere has bir tatlı denemek istediğimi söyledim. Bana ballı keki önerdi. Aslında çok güzel olmayabileceğini ama çeklere has bir tek bu olduğunu söyledi ellerinde. Bende denemek istedim. Sonuçta Prag’a gelmiştim ve bunu da denemeden gitmek istemezdim. Bildiğimiz kekin içine bal konulmuş halini düşünün öyle bir kekti. Ne çok kötü, ne çok güzeldi diyebilirim. Ama denemiştim ve mutluydum. Oradaki garson arkadaştan prag kalesine, oldtown’a, charls köprüsüne nasıl ulaşabileceğimi sordum ve öğrendikten sonra Prag’ın tadını çıkarmak üzere oradan ayrıldım. Kafeden 15-20 dakika yürüyerek charls köprüsünün paralelindeki, arabaların geçtiği bir köprüye ulaştım. Bu köprüden geçerkende fotoğraf çektirmeyi ihmal etmedim. İnsanlara rica ederseniz sizin fotoğrafınızı zevkle çekiyorlar. Sonra köprüden yürüyerek oldtown’a ulaştım. Yürüyüşün son kısımlarında bana Fransız bir çift eşlik etti. Beni oldtow’un başında bırakıp orada istediğim şekilde gezebileceğimi söylediler. Burası gerçekten ama gerçekten çok güzel bir yer. Bir kere araç trafiğine kapalı ve çok rahat yürüyebiliyorsunuz. Yürümekte zorlanacağınız kadar da kalabalık değildi açıkçası. Burası bir meydan gibi. Yan yana farklı dükkanlar bulabilirsiniz. Kafeler bulabilirsiniz. Hatta benim gibi yanlışlıkla tai masajı yapan bir yere bile girebilirsiniz ahahah :D Orası gerçekten çok ilgimi çekmişti. Güzel güzel uzak doğu müziklerini duyunca dayanamadım ve girdim. Oranın bir hediyelik eşya dükkanı olduğunu düşünmüştüm ve bana burası masaj merkezi dediklerinde şok geçirmedim değil. Hayır o kadar girmişken masaj yaptırayım diye düşündüm ama çok pahalıydı. Paranız olursa siz düşünebilirsiniz. Sonra biraz daha ilerledim ve bir hediyelik eşya dükkanı buldum. Girişte elime kartpostallar çarptı ve onlar hakkında bilgi almaya başladım görevliden. Tanesi 10 krondu ve prag’la ilgili önemli yerlerin resimleri vardı üzerlerinde. Çok cazip geldi ve birkaç tane aldım. Sonra biraz daha ilerledim ve bir çikolata dükkanının içine düştüm. Ay resmen harikalar diyarı gibiydi. Görevli arkadaşta gayet bilinçliydi ve bir sürü farklı çeşitte çikolata aldım. Tarçın severler için tarçınlı çikolatayı önerebilirim. Onun dışında bir sürü çikolata çeşidi var. Hepsi açık bir şekilde satılıyor ve isterseniz hepsinden tadımlık seçtirebilirsiniz. Oradan çıkınca başka bir hediyelik eşya dükkanı keşfettim ve buradaki abla Türk komşusu olduğu için birkaç kelime Türkçe bildiğini söyledi. En komiği abla’nın Mustafa abi demeyi öğrenmiş olmasıydı. Söyleyiş biçimi çok tatlıydı cidden. Oradanda farklı magnetler kitap ayraçları ve Prag bileklikleri aldım. Sonra klasik müzik çalan bir yere denk geldim ve öğrendim ki orası bir tiyatroymuş. Ama kapalıydı tabi. Oradan hatıra olsun diye bir tane broşür aldım bende. Ve sonra oldtown’a girdiğimden beri rüzgarla ara ara gelen çok güzel tatlı bir kokunun kaynağını aramaya başladım. Kokusu wofle’yi andırıyor diyebilirim. Yoldan geçen insanları durdurup “tatlı bir koku alıyorum. Bu koku nedir biliyor musunuz?” diye sordum. Onlarda bunun çeklere has bir şey olduğunu, yakın bir kafede yapıldığını, bana gösterebileceklerini söyledi. Sonra o kafeye gittim ve o şeyden denemek istediğimi söyledim. İsmi çekçe olduğu için şu an hatırlayamıyorum. Ama şekli bir bardak gibi yuvarlak ve sert. Ekmek gibi ama tam ekmek de değil. Ortasındaki boşluğa dilerseniz çikolata sürüp verebiliyorlar. Ama zaten ekmeğin kendisi de baya tatlı. Tarçında vardı içinde diye hatırlıyorum. Çikolatasız isterseniz 60 çikolatalı isterseniz70 kron fiyatı var. Benim denediğim yerde köprüden oldtown’a girince bi 50 metre sonra sağda kalıyor. Bana çok tatlı geldiği için ben hepsini bitiremedim. Tabi içine çikolata istediğime biraz pişman oldum diyebilirim. Çikolatasız olursa da çok kuru olabilir. Bilemedim o yüzden hangisini tercih etmek daha mantıklı. Ama kesinlikle denenmesi gereken bir şey.
Veee özgürlüğümün simgelerinden charles köprüsü
bu başka bir köprü, bu köprü özgürlük köprüsü. Bu köprü cidden farklı bir ruhu olan köprü. Öyle bilye değil yani. Ay bilmiyorum ama ben bayıldım bu köprüye. Prag için masal şehir diyorlardı da inanmıyordum. Gerçekten öyle bir his yaratıyor sizde. Hem oldtown’da gezerken, hem Charles köprüsünde yürürken hem de prag kalesinde bunu fazlasıyla hissettim. Bu köprünün başlangıcını Belçikalı bir kadın eşliğinde buldum. Sonra köprüde başladım tek başıma yürümeye. Trafiğe kapalı bir köprü ve nehrin sesini daha çok sol taraftan duyabiliyorsunuz. O tarafta akıntı var çünkü. Ama her iki tarafta da uçuşan martıları çok rahat duyabilirsiniz. Onları izleyebilirsiniz. Benim gibi video kaydı bile alabilirsiniz. Buyurunuz bu da ilk videomdur:
https://youtu.be/rpf532Dva_g
Hatta kendi hisleriniz doğrultusunda zevk alıyorsanız eğer, köprü üstünde çok güzel fotoğraflar da çekebilirsiniz. Ben köprü boyunca bunları yaptım. Oldukça yavaş yürüdüm ve sürekli durup nehrin, martıların, insanların hallerini izleyerek köprünün keyfini çıkardım. Bu arada köprü üzerinde çok fazla müzisyenle karşılaşıyorsunuz. Bu da işin başka güzelliği. İyiki varlar. Bir de portre çizenler var. Ayrıca köprü üstünde de el yapımı takıların ve başka hediyelik eşyaların satıldığını bilmenizi isterim. Ama çok pahalılar. Ve işte köprüde çektiğim videolardan 2.si de burada: https://youtu.be/CAKOAxg2OEQ
son bir videom daha var bu köprüden: Bu son videoda müzik çalmaya başlayınca, oradaki bir çift dans etmeye başladı. Çok tatlılardı bence.
https://www.youtube.com/watch?v=J1IsQsUz-5k&feature=em-upload_owner
VEEE PRAG KALESİ


Köprüden sonra kaleye gidecektim. Ama nasıl gideceğimi bilmiyordum. Telefonumdaki haritada internet olmadığı için çalışmıyordu. Geçen insanlara sormayı denemeye çalışıyordum. Derken İngilizce konuşan bir çift duydum ve yanlarına koştum. Onlara kaleye nereden gidebileceğimi bilip bilmediklerini sordum. Onlarda bilmediklerini ama istersem birlikte gidebileceklerini, kendilerinin de kaleye gitmeyi düşündüklerini söylediler. Açıkçası mutlu olmuştum. Farklı insanlarla tanışmayı seviyordum ve kale daha görsel öğelerle dolu bir yer olacağı içinde birileriyle oraya gitme şansı yakalamak benim için güzeldi. Onlarla sohbet etmeye başladık ve öğrendimki onlar İngiliz bir çiftmiş ve ingiltereden gelmişler buraya. Adam 70 yaşında, kadın 64 yaşındaymış. Ben geçirdiğim şoku size anlatamam. Hadi adam yine bir nebze gösteriyordu yaşını da, kadının 64 yaşla alakası yoktu. Maksimum 40 diyebilirdiniz. Zaten avrupadaki yaşlıların bu kadar enerjik ve dinamik olması beni geldiğimden beri en çok şaşırtan detaylardan biri oldu hep. Nedense hiç başka ihtimalleri düşünmeden onlara kaç yıldır evli olduklarını sordum. Evli olmadıklarını birlikte yaşadıklarını, evliliği sadece çocukların resmi işlemleri için düşündüklerini söylediler. Türkiye’de böyle düşünen bir yaşlı var mıdır acaba diye düşündüm o sırada. Adam eski rock n roll’cuymuş bu arada. O değilde tanıdığım genç hetero çiftlere taş çıkartırlardı valla. İyiki tanıdım onları iyiki. Her neyse biz birlikte kalenin yolunu tuttuk. Kalenin girişinde de küçük bir christmassmarket vardı. Bu marketler Pazar gibi dışarıda standlar şeklinde kuruluyorlar ve avrupanın bir çok ilinde yer alıyor. Noelden 1 ay önce kuruluyor genelde ve oldukça da renkli oluyorlar. Genelde hepsinde de sıcak şarap mutlaka satılıyor. Oldukça yaygın sıcak şarap buralarda. Hatta çocuklar içinde alkolsüz versiyonunu yapmışlar. Meyve aramolarıyla ve baharatlarla yapmışlar. Biz burada birer sıcak şarap içtik birlikte. Ve tabi benim bolca fotoğraflarım çekildi. Hatta birlikte fotoğraflarda çektirdik. Kadın bana gördüğü her şeyi betimliyordu. Hatta dokunma imkanım olabilecek her şeye dokunmamı sağlıyordu. Ve öyle bir kadının ismini unuttuğum için şu an çok kızıyorum kendime. Yine kalede de müzisyenler vardı. Üstelik ortaçağ müziği yapıyordu bir tanesi ve cidden insan kendisini ortaçağ atmosferinde hissedebiliyordu. İşte onun kısacık videosu da burada: videoda konuşan kadınsa bana eşlik eden arkadaş :))
https://www.youtube.com/watch?v=YvwzV_ePMxk&feature=em-upload_owner
  bir de orada patatesli vejetaryen bir çek yemeği denedim. Patatesli mısırlı bir şeydi. Fena da değildi bence. Ben vejetaryen olduğum için onu denedim ama farklı seçeneklerde var tabi. Bir de kalede her zaman bu Pazar açık olmayabilir. Christmas zamanı giderseniz daha güzel zaman geçirebilirsiniz bence. Kaleden sonra birlikte katedrale de kısaca uğradık ve sonra onlar bir kilise konserini izlemek için ayrıldılar. Bende hostelime döndüm. Akşam yemeği içinde hostel yakınında bir taylant restoranına gittim. Orada bu kadar şeyin üstüne bir de çeklere özel bir bira denemesem olmazdı deyip bir çek birası denedim. Bana tad olarak çok da farklı gelmedi açıkçası ama denemek güzeldi. Bir sonraki günse, ilk gün akşam birlikte yemek yediğim türk arkadaş ve onun hostelde bulduğu diğer türk arkadaşlarla birlikte John Lennon duvarına, astronomik saat kulesine ve dans eden eve gittik. Dans eden evin adı mimari yapısının farklılığından geliyormuş bildiğim kadarıyla. Onun dışında bildiğimiz bir bina. İçinde ofisler ve kafeler falan var. Astronomik saat kulesininse özel bir hikayesi var. Onu sizinle paylaşmak isterim:
Old Town Meydanı’nda bulunan ünlü Astronomik Saat, Prag’ın en ünlü simgelerinden biri. Saat’in bu kadar ünlü olmasının en önemli nedeni, günümüzde hala çalışabiliyor olan dünyanın en eski saati olması. 1410 yılında yapıldığı düşünülen saat, ortaçağın gök bilimine dair ipuçları verir. Günümüze kadar çok fazla tamir ve onarımdan geçmesine rağmen hala varlığını sürdüren Astronomik Saat, 12 saat dilimini ve 12 burcun sembollerini taşır. Saatin yapımına dair birçok rivayetin bulunmasıyla birlikte en çok bilineni, 15. Yüzyılda saat ustası Hanus tarafından yapıldığıdır. Güzel eserlerin tekrar başka bir yerde yapılamaması için uygulanan geleneksel kör etme yöntemi, talihsiz Hanus’un da başına gelmiş. Hanus ise kendisine yapılan bu zulmün intikamını saati tekrar bozarak almış. Yıllar sonra tekrar tamir edilen saat, günümüze kadar bir bozul bir tamir ol şeklinde varlığını sürdürmüş. Ortaçağ’ın günümüzdeki en görkemli kalıntısı olan Old Town Meydanı’nı dolaşırken Astronomik Saat Kulesi’nin altında onlarca insanın beklediği fark edersiniz. Genelde turistlerden oluşan bu insan grubunun orada toplanmasının nedeni, her saat başı saat kulesinde oluşan animasyon. Saat’in sağ ve sol kısmında dört tane heykel bulunuyor. İskelet şeklinde olan heykelin bir elindeki çanı çalıp diğer elindeki kum saatini çevirmesiyle animasyon başlar. Bu her canlının bir gün ölümü tadacağını ve geçen zamanla birlikte kaçınılmaz sonun yaklaştığını simgeler. Bir diğer heykel olan Yahudi, elindeki para kesesini gösterip gelecek ölümü kabullenmediğini başını sağa sola sallayarak ifade eder. Diğer bir heykel ise elindeki aynaya bakarak başını sağa sola sallar ve o da kibri ederek gelen ölümü kabullenmediğini ifade eder. Dördüncü ve son heykel ise elindeki mandolin ile zevki sefayı temsil edip aynı başını sağa sola sallama ritüeliyle ölümü kabul etmediğini ifade eder. Bu dört heykelin mesajlarını verdiği animasyon boyunca, saatin üstünde açılan pencereden 12 havari geçiş yapar. Animasyon, saatin en üstündeki horozun ötüp yuvasına girmesiyle sona erer. Kaynak:
http://blog.prontotour.com/pragin-yasayan-efsanesi-astronomik-saat/
Lennon duvarı ise Charles köprüsünün altında bulunuyor. Oldtown’dan köprüye doğru yürürken, köprünün ortalarında bir yerde sol tarafta aşağı inen merdiveler var. Oradan aşağı inip sağa doğru ilerlediğinizde Lennon duvarına ulaşabilirsiniz. Bu duvar çek halkının Lennon sevgisiyle ortaya çıkmış diye biliyorum. Tam hikayesini hatırlamıyorum. Ama duvar çok tatlış bi duvar gerçekten. Üzerinde her dilde barış cümleleri bulabileceğiniz, farklı grafik ve resimlerin olduğu rengarenk bir duvar. Türkçe yazılar da vardı. Önünde bolca fotoğraf çektirebilirsiniz. Bu arada tek gidemediğim yer Kafka’nın evi oldu. saat geç olduğu için kapanmıştı. Bende önünde fotoğraf çektirmekle yetindim. Ve sonraki gün yeni heyecanlar ve maceralar için Viyana’ya doğru yola çıktım. Bu arada otobüsü beklerken Brno şehrinde bir üniversitede akademisyen olan bir kadınla tanıştım. Bana kendi üniversitelerinde engelliler için bir çok imkan olduğundan bahsetti. Benim erasmus için seçtiğim Alman üniversitesinin sağlamadığı bir çok şeyden. Oysa ben Almanya’yı çek cumhuriyetinden daha gelişmiş diyerek seçmiştim. Orada ülkelerin gelişmişliğiyle körler için gelişmişlikleri arasında büyük bir fark olduğunu anladım. Bu arada son bir not daha; Prag’da tramvaylar çok eski ve binebilmek için yaklaşık 4 dik basamak çıkmanız gerekiyor. Buda aklınızda bulunsun. Öyle bir adımda binemiyorsunuz yani. Ama bu kısımları saymazsak Prag aşık oluncak bir şehir gerçekten. Ayrılmak gelmedi içimden doğrusu. Belki birgün tekrar giderim oraya kim bilir!

8 Ocak 2016 Cuma

Brecht'in doğduğu körcül şehir Augsburg

Size ilk olarak Brecht’in doğduğu şehir olan Augsburg gezimi anlatarak başlamaya karar verdim. Bertolt brecht’i çok severdim. Ama onun şu an bulunduğum bir şehre çok yakın bir şehirde doğduğunu hiç bilmiyordum. Bir gün onun doğduğu topraklarda olabileceğimi hiç düşünmüyordum. Bu benim için oldukça heyecan verici bir geziydi tam da bu sebeple. Bu şehir aynı zamanda yurt dışına geldiğimden beri ilk kez tek başıma gezme şansı bulduğum bir şehir olma özelliğine de sahip oldu. Yani anlayacağınız benim için oldukça ama oldukça önemli bir yeri olan bir yer Augsburg. Bu şehre gitmemi gerektiren durumsa yine benim için en önemli bağımsızlık araçlarımdan biri olan İphone’min bozulmasıyla oluştu. Telefonun harita uygulamasını yağmurlu bir havada kullanırken ben, telefon bütün yağmuru yedi ve dokunmatiği algılamaz oldu. ne kadar apple temsilcilerine ulaşmaya çalışıp bunu evden halletmeye çalışsamda başaramadım. Üstelik bir de yabancı dilde bunu yapmak oldukça zor oldu. sonra en yakın apple servisinin Augsburg’da olduğunu öğrendim ve bu şehre tek başıma gitmeye karar verdim. Öncelikle “Avrupalılar umursamaz, başınıza bir şey gelse dönüp bakmazlar, yardım etmezler” gibi kalıp düşünceleriniz varsa bunları bir kenara atın. Tabi aynı şekilde, “Avrupalılar körler konusunda çok bilgilidirler, Türkiye’deki gibi saçma sorularla karşılaşmayız.” Gibi bir düşünceniz varsa da bir kenara atın. Bunların hiçbiri doğru değil. Çok duyarlı, yardımcı olmayı isteyen bir çok almanla karşılaştım. Tabi aynı derecede bir çok saçma soruyla da karşılaştım. Türkiye’dekilerden hiç de farklı sorular değildi bunlar. “nereye gidiyorsun? Neden oraya gidiyorsun? Tek başına mısın? Nasıl geldin tek başına?” bunlardan başlıcaları diyebilirim. Augsburg’a ulaştığımda ilk olarak apple store’nin olduğu yeri bulmak için information ofisle konuştum. Oraya giden otobüsü öğrendim ve otobüsü aramaya başladım. Gideceğim yer bir alışveriş merkezi olduğundan işim kolaydı. bu arada alış veriş merkezinin ismi city galerie ve istasyondan oraya 22 numaralı hatla ulaşabiliyorsunuz. Her neyse otobüsü yardım alarak buldum ve alış veriş merkezine ulaştım. Yine birine sorarak ve onun yardımıyla apple store’ya ulaştım. Telefonumu yeniledikten sonra İtalyan yemekleri yapan bir kafe bularak yemeğin tadını çıkarıp dinlendim. Alış veriş merkezinin içinde olması işimi kolaylaştırdı tabi. Yemekten sonra tek başıma biraz dolaştım orada. Bu sırada tamamen sesler ve kokulardan yararlanarak ilerlediğimi söyleyebilirim. Bir müzik sesi, parfüm kokusu önemli detaylar oldu benim için. Kıyafet mağazası olduğunu düşündüğüm bir yer vardı ve oraya girdim. Dokunduğum kıyafetlerin erkek kıyafetleri olduğunu anlamıştım ama ben çocukluğumdan beri erkek kıyafetlerini hep sevmişimdir ve hep yanımda birileri olduğu için, onlar tarafından “onlar erkekler için” denilerek çekiştirilmişimdir. Tam da bunları düşünüp rahat rahat erkek kıyafetlerine bakmanın tadını çıkarırken, birden mağaza görevlisi geldi ve bana onların erkekler için olduğunu söyledi. Ah dedim ya, yine kurtulamadım bu cinsiyetçi kafadan. Üstelik almanyadayım ve özgür olduğumu zannediyorum. Yok arkadaş burada da erkek kıyafetlerine bakmak serbest olmadı bana. Onlara “olabilir, ben beğeniyorum ve bakmak istiyorum. Hata bu montun fiyatını söyler misiniz bana?” dedim. Tuhaf tuhaf baktıklarını hissettiğim bir sessizlik anı oldu ve sonra bana fiyatı söyleyip beni kadınlar için olan bölüme götürdüler ısrarla. Oradaki montlara dokunup, “ıyy bunlar berbat” deyip uzaklaştım oradan. Ne yaparsam yapayım bu konuda özgür olamıycam galiba. Sonra bir parfümcü buldum ve buraya geldiğimden beri her yerde aradığım parfümü orada buldum. Kendimi o parfümle ödüllendirdim. Mutluydum. Alış veriş merkezinden çıkınca küçük bir christmassmarket olduğunu duymuştum daha önce bana yardım eden birinden. Oraya uğramak istedim. Müziği takip ederek o pazarı buldum. Bir kadeh sıcak şarap içmek istedim ve o sırada yine bana takılan bir alman teyze benimle yarı almanca yarı İngilizce sohbet etmeye başladı. Klasik sorularını da sormayı ihmal etmedi tabi. Ona Bertolt Brecht’in evine nasıl gidebileceğimi sordum. Çünkü burada en çok görmek istediğim yerlerden biriydi. Teyze oraya tek başıma gideceğimi duyunca panik yaptı ve benimle birlikte oraya kadar geldi. Hatta bir de oradaki görevliye bir güzel teslim etti. Tam tipik Türkiye manzaraları gibi değil mi? Ben öyle hissettim doğrusu. bu arada Brecht'in evine de city galeriden 10-15 dakika yürüyerek ulaşabiliyorsunuz. ben teyzeyle yürüdüğüm için yolu çok anlamadım ama alış veriş merkezine çok yakın olduğu bir kesin. haritadan da yardım alarak bulunabilir. ya da benim gibi oradan geçen insanlara sorarak da ulaşılabilir. Müzeye giriş 2 euro. Ama içeride kabartma broşür yoktu. Ve İngilizce materyalde.. görevlinin de İngilizcesi yoktu. Bu nedenlerle pek anlayamadım ama bana izlemem için 10 dakikalık bir video açtı ve bu sırada Brecht’in evinde oturdum. Çok etkileyiciydi bence. Orada, o atmosferi hissetmek bile güzeldi. Sonra oradan çıktım ve hemen evin yanındaki asma köprüden geçerken nehrin o güzel sesini de kaydetmeden yapamadım. Kısacık da olsa sizinle bunu paylaşabilirim. buyrunuz bu da nehirden kısacık bir video kaydımdır:
https://youtu.be/Icn6ZYn-XCg

Köprüden sonra tramvayla tren istasyonuna dönmeye karar verdim. Bu sırada yine yardım aldığım bir kadınla kısa muhabbetimizde, eski eşinin İngiliz olduğunu, o nedenle İngilizcesinin iyi olduğunu, ama şimdiki eşinin bir oyuncu olduğunu falan konuştuk. Tek başına olmanın en güzel yanı bu galiba. Farklı insanlar tanıyabiliyorsunuz. Bu arada söylemem gereken en önemli detaysa, bu şehirde diğer bavyera şehirlerinde görmediğim kadar klavuz çizgilerle karşılaştım. Üstelik bir çok yerdetrafik ışıkları sesliydi ve çalışıyordu. Bu beni etkileyen en önemli detay oldu zaten. Tren istasyonunun yakınına gelince saate baktığımda henüz çok zamanım olduğunu gördüm ve haritayı karıştırmaya başladım telefonumdan. Malum artık kullanabiliyordum telefonumu. Bakarken yakında katedral ve hofgarden olduğunu gördüm. Hofgarden için yol tarifi istedim ve yürümeye başladım. Tam ışıklarda beklerken bir amca yanıma gelip, nereye gitmek istediğimi sordu. Ben de çok saf bir şekilde hofgarden’a gitmeye çalıştığımı söyledim. Amca benim peşime takıldı ve beni gezdirmeye başladı. İlk başlarda rahatsız olmamıştım ama adam sürekli elimi tutmaya çalışınca ve ben geri çekmeme rağmen bunda ısrarcı hareketlerde bulununca adamdan kurtulmak için bahçe ve katedrali gezdikten sonra tren istasyonuna gitmek istediğimi söyledim. Adam istasyona kadar ve hatta bineceğim perona kadar geldi benimle. Bana kartını bile vermeye çalıştı. Augsburga gelirsem onu arayabilirmişim. Reddettim tabiî ki kartını almayı. Ama yinede sayesinde güzel bir gezi yaptım diyebilirim. Zira hiçbir arkadaşımla algılamadığım detayları onun güzel betimlemeleri ve her detaya dokundurtma çabası sayesinde algılayabildim ve çok keyif aldığım bir gerçek. Katedralin kapısındaki süslemeler, duvarlarındaki süslemeler, bahçedeki çiçekler gibi bir çok detaya dokunma şansı buldum. Bu benim için çok güzel bir şeydi. Ayrıca amcanın betimlemeleride çok başarılıydı bence. Bu arada amca amca diyorum ama adam bir kalp doktoruymuş. 35 yaşında bir kızı varmış ve kızıda engelli çocuklarla çalışıyormuş. Beklide adamın duyarlılığı bu yüzden mi diye düşündüm ama aşırı yakın tavırları gerçekten çok rahatsız ediciydi. Sonra trene binip geri döndüm tabi ve o günü tek başıma geçirebilmiş olmam benim için mutluluk vericiydi diyebilirim. Açıkçası arkadaşlarımla çıktığım gezilerden daha fazla keyif aldığım ilk gezim olmuştu bu. Kesinlikle tek başınıza çıkmaktan, bir yerleri tek başınıza keşfetmekten korkmayın. Yoksa hep birilerinin size anlattıklarıyla yetinmek zorunda kalırsınız. Kendi keşifleriniz sizi daha mutlu edecek ve daha büyük bir doyum yaşatacaktır benden söylemesi. O kadar Brecht’ten bahsetmişken onun bir sözüyle yazıyı bitirmekte hoş olur diye düşünüyorum. Özgürlük neye yarar, yaşarsa bir arada özgürlerle tutsaklar. Bertolt Brecht Not: bu blog’daki yazılarımda sadece kendi çektiğim ve ses odaklı videoları kullanıyorum. Görüntüde neler olduğunu bilmiyorum. Sadece bu videolarla o şehirlerin atmosferlerini hissettirmek istiyorum.

4 Ocak 2016 Pazartesi

niçin bu blog?

ilk olarak niçin böyle bir blog açma gereği duydum? bu bloğu açmak nereden aklıma geldi? bunları anlatsam daha güzel olur diye düşündüm ve bir yerden yazmaya başlasam devamı gelir diye umutlandım. aslında bu blog'da daha çok yurt dışı deneyimlerimi yazacağım sanırım. en azından ilk etapta öyle olacak. ilerleyen zamanlarda türkiye deneyimlerimi de neden yazmayayım ki? neden yurt dışı deneyimleriyle başlıyorum peki? çünkü yıllardır hayalini kurduğum yurt dışına gelmeyi bu yıl erasmusla başardım. 2015 eylülünden beri de Almanya'nın Bavyera eyaletinde erasmus öğrencisi olarak bulunuyorum. anlatacak, paylaşacak, yazılması şart o kadar çok deneyim birikti ki, bunları birileriyle paylaşmazsam bunca şeyin kimseye bir faydası olmaz diye düşündüm. ne bileyim, belki ilerleyen günlerde ya da senelerde kör bir arkadaşımız kalkar buralara gelirde, benim gibi bu bölgeler konusunda körlüpe dair bilgi eksikliği yaşayacak olursa belki bu bloğum onun bir işine yarayabilir diye düşündüm. e zaten ben bir gazeteci olmak istemiyor muydum arkadaş! işte bana bir fırsat! hem yerimde durmayı beceremiyorum. hem de onca deneyimi bir yere kaydetmeden geçiyorum.. yazımın güzelliği sorunsalını falan bir kenara bırakıp böyle bir blog oluşturmaya karar verdim. umuyorum ki ileride bu blog birilerinin işine yarar. ya da en azından, "ne yapmış şu arkadaş bir okuyalım" dediklerinde keyif alabildikleri bir blog olur. tabi benim gibi tembelliği seven biri için bu bloğu açma kararı vermek hiç kolay olmadı. son gezimde klavuz çizgi yetersizliği nedeniyle raylara uçmamla birlikte bir süreliğine yerimde oturmaya mecbur kaldım. tabi bana da bu sırada sıkıntıdan geldiler. bende kafamın içindekileri buraya yazsam daha iyi olur diye düşündüm. umarım hepimiz için hoş, eğlenceli ve faydalı bir blog olur. keyifli okumalar diliyorum hepinize. :)