17 Nisan 2016 Pazar

Bir körlere özgür olamayan şehir Amsterdam

Yeni planım Amsterdam, Bürüksel, Paris ve Köln şeklindeydi. Otobüs biletlerininde kampanyada olduğunu görünce dayanamadım ve yine kimseye sormadan, hem kör, hem kadın başıma aldım biletlerimi ve düştüm yollara. Öyle heyecanlıydım ki anlatamam. Yıllardır kafamızda büyüttüğümüz o özgürlükçü şehirlere ulaşma şansım vardı şimdi. İnanıyordum, her şey çok güzel olacaktı. Yoksa her şey yalan mıydı? Bize anlatıldığı gibi değil miydi hiçbir şey! Hele de körler açısından… Bunu Amsterdam’a ilk indiğim anlarda yavaş yavaş hissetmeye başlamıştım. Yıllardır Avrupa yalanıyla kandırıldığımı bir kez daha anlamıştım. Ne her tarafta klavuz yollar, ne istasyonlarda kabartma haritalar, ne de başka erişilebilirlik araçları vardı yeterince. Bu konuyu detaylı olarak anlatacağım tabi. Bamberg’den Amsterdam’a otobüs yolculuğum 10-11 saat civarı sürdü. Neden otobüs derseniz, sadece 10 euroydu da ondan. Otobüsten inince o yorgunlukla nereye gideceğimi algılayamadan valizimle bir yerlere doğru ilerlemeye başladım. Derken yeşil yandığında sesli sinyal veren trafik ışıklarıyla karşılaştım. Kendileri üzerinde birkaç deneme yapıp karşıya falan geçtim, fena da değildi hani. Ama etrafta kimseler yoktu, tırsmadım değil. Neyse indiğim yere geri dönüp kalacağım hostele nasıl gideceğimi öğrenebileceğim birkaç insan bulup yardım aldım. Eğer otobüsle Amsterdam’a gelirseniz, sizi sloterdijk tren istasyonunun önünde bırakıyor. İnsanlara tren istasyonunun içine gitmek istediğinizi söyleyin ve benim gibi havalı havalı bavulunuzu da alıp kimsenin olmadığı taraflara yürümeyi denemeyin bence. Gerçi denerseniz benim gibi sesli sayılabilecek trafik ışıklarını deneme şansınız olur. Neyse, içeri girdiğinizde eğer ulaşmak istediğiniz yeri information ofise sorarsanız onlar sizi yönlendirecektir. Oradan bir tek 12 numaralı tramvay geçiyor bildiğim kadarıyla. Ben onu kullanarak hostelime ulaşmıştım. Ben wow hostel adında bir hostelde kaldım. Oldukça büyük bir hostel ama şehir merkezine uzak olduğunu söylemeliyim. Ama çok ucuz ve kahvaltı dahil fiyata. Bu benim için önemliydi çünkü kahvaltı yapmak içinde ayrıca bir yer aramak istemiyordum. Ah bu sırada hostele giderken, tramvaya binerken koluma yapışan ve ısrarla neden yalnız olduğumu soran Hollandalı teyzeyi anlatmadan da geçmemek gerek. Kendisi bizim Türkiyeli teyzelerden hiç de farklı değildi bence. Mersinde “yazzıh! Senin sahibin yoh mu yavruuum?” sorusunu soran teyzelerle aynı formatta sorular sordu kendisi. Tramvaydan koşarak indim ve kendisine kendim gidebilirim beni bırak lütfen diye yalvardım resmen. Bu şehrin çok garip bir atmosferi var. İlk indiğimden itibaren bende aşırı doğal bir yer olduğu izlenimi yarattı diyebilirim. Çok fazla gürültülü de değildi. Şehir merkezi hariç tabi. Hostelde kalacağım odaya gidince odadakiler beni gördü ve kısa bir şaşkınlık yaşadı tabi her zaman ki gibi.. gittiğimde bir İspanyol, bir de Koreli iki arkadaş vardı. İspanyol arkadaşın ilk tepkisi tipik bir Akdenizli tepkisiydi. İsmi Lorena, onu unutmuycam. Yatağından kalkıp, elimi tutup, her şeyin yerini tek tek göstemesi beni mutlu etmişti. Sonra, sabah kahvaltıda yanıma gelip oturması, benimle sohbet etmeye çalışması, İngilizcesi iyi olmadığı için üzülüp, bana arada İspanyolca kelimeler öğretmesi, beni kendi yaşadığı yere ısrarla davet etmesi ve iletişimde kalmak için whatsapp numarasını vermesi çok güzeldi. İlk gün yine aldı içimi bir korku anlatamam.. bu bana Prag gezimde de olmuştu. Sonra kendimi bir şekilde motive etmeyi başardım ve çıktım dışarı. Tramvaydan indiğim yere doğru yürümeye başladım. Etrafta bir tane bile klavuz çizgi yoktu tabi. Derken baya yürümüşüm onu fark ettim. Bir kadınla karşılaştım ve bana tramvay durağını gösterip, gelen trenle müzeler meydanına gidebileceğimi söyledi. Bu tramvay bir gün önce kullandığım 12 numaralı tramvaydı. Müzeler meydanına gitmek için bindim tramvaya ve tabi boşa gittiğimi bilmiyordum. Bu arada tramvaylarda bilet kontrolü çok tuhaf bir sistemle yapılıyor. Hem binerken, hem inerken kapıya yakın bir yere okutuyorsunuz bileti. Bir de günlük bilet 7.50 iki günlük 12.50 euro. Ben parasızlıktan birkaç kez kaçak binmeyi denedim ama sonunda bir görevli arkamdan, “lady, lady, where is your ticket?” deyince aldım. Bir de her kapının yanında bir bilet görevlisi gibi biri var mutlaka tramvaylarda. Bir de yine ısrarla sizi oturtmaya çalışıyorlar. Neyse efenim, ben müzeler meydanına ulaştım. Müzeleri gezmek için acayip heyecanlıydım. İnsanlara sora sora müzelerin olduğu alanı buldum. Sonra birinden yardım isteyerek, o müzelerin içinden RIJKS museum’a doğru ilerlemeye başladım. Güvenlikle konuştum, güvenlik beni danışmaya götürdü ve acı gerçeklerle yüzleştim.. Görevli bana eşlik edebilecek bir refakatçilerinin olmadığını, Braille broşürlerinin olmadığını, ve kulaklıklı sisteminde dokunmatik olduğunu söyledi. Hiç mi bir yolu yok diye sorduğumda, bir yerleri aradı ama yine olumlu bir sonuç çıkmadı. O kadar kötü hissettim ki kendimi, yapacak bir şeyim kalmadı ve oradan çıkmak zorunda kaldım.. Sonra hemen yanındaki Van Gogh müzesine gitmeyi denedim ve burada içeri bile alınmadan, benim için yapabilecekleri bir şeyleri olmadığını söyleyerek gönderdiler. Onlara ısrarla içerideki görevlilerle görüşmek istediğimi söylediysem de, kendilerinin konuştuklarını, bunun mümkün olmayacağını söylediler. Gözlerim doldu, içim bir tuhaf oldu, küfrederek uzaklaştım ordan… Sonra yürürken bir müze daha buldum ve girdim kapısından. Buradaki görevliler biraz daha sıcak kanlıydı ama maalesef bu müzede de gezemedim. Aynı şeyler söylendi çünkü.. Müzenin adını bile unuttum o derece.. 3 müze girişimimde hüsranla sonuçandıktan sonra, ağlamamak için kendimi zor tuttum ve tramvay durağına doğru yürümeye başladım. Bundan sonra en çok gitmek istediğim yer Anne Frank müzesiydi. Tramvayla oraya ulaşabileceğim en yakın durakta indim. Meğer 1 durak erken inmişim. Başladım yürümeye Amsterdam sokaklarında yine. Herkesin ağzında bir “are you alone?” sorusu var. Neden onlara “neden soruyorsun? Evlenecek miyiz?” demek gelmedi o an aklıma bilmiyorum ama muhtemelen o anki mutsuzluğumdan olsa gerek tahammül bile edemedim bu soruya.. aslında yalnızlık kötü bir şey değildi bence. Ama onlar insanı yalnız olduğu, kör olduğu, ya da ötekileştirilen hangi kimlik varsa o olduğu için kötü hissettirmeyi başarıyordu.. Bu arada, anne frank müzesine gidebilmek için, müzeler meydanından 2 numaraya binip, damm meydanında indim ama bana bir durak sonra insem daha iyi olacağını söyledi indikten sonra sorduğum insanlar. Müzeye doğru yürürken, hediyelik ürünler satan bir dükkana denk geldim ve buradan Amsterdam tişörtü ile Amsterdam bilekliği aldım. Sonra müzeye doğru ilerledim. Bu sefer biraz olsun güzel şeylerle karşılaşacağımı biliyordum. Çünkü buraya gelmeden önce biraz araştırmıştım ve Anne Frank müzesinde körler için Braille broşür olduğunu öğrenmiştim. Bu sefer cidden heyecanlıydım ve umutluydum. Müzeyi buldum ve korkunç bir sırayla karşılaştım. Sırada beklemeye başladım. Açıkçası sırayı takip edebilmek benim için oldukça zordu. Zira insanların ilerlediklerini her zaman algılayamıyordum. Görme oranı yüksek biri için bu mümkün olabilirdi ancak ben sadece ışık ve gölgeleri hissedebiliyordum ve bazen insanlara çarpabiliyordum. Neyse bir şekilde sırada bekledim ve daha uzun bir sıra varken, bir adam yanıma gelip yine o klişe soruyu sordu; “are you alone?”! bende tavan yapan sinir adamda yankılandı tabi.. “ne yapacaksın? Neden soruyorsun?” diye adama atarlandım tabi. Adam bana eğer yalnızsam beni içeri götürebileceğini, sırada beklememem gerektiğini söyledi. Neyse biraz rahatladım ve adamla içeri gittim. Yine içeri girip gezme şansı bulamadım. Bir rehberlerinin olmadığını, sesli cihazlarınında dokunmatik olduğunu ve körlerin kullanımı için erişilebilir olmadığını söyledi. Sadece dediğim gibi Braille broşürleri vardı ve onu da almam mümkün değildi. Sadece içeride okuyabilirdim. Onlara kafeteryada oturup okumak istediğimi söyledim ve kabul ettiler. Bu arada broşür birkaç dilde var. Ben İngilizcesini kullandım ve çok da keyif aldım onca müzeden elim boş döndükten sonra. Müzenin kafeteryasında kabartma kitapçığı okudum, kahvemi içtim ve birsandeviçle karnımı doyurmaya çalıştım. Vejetaryen olunca bulabildiğim farklı alternatif yumurtalı sandeviçti ve çok da beğenmedim doğrusu. Ama orada oturup o Braille broşürü okumak bile gezmiş kadar hissettirdi bana. Özgürlükler şehri amsterdam’da, sadece bir müzede Braille broşür bulabilmek ne acı değil mi! Bu arada eğer müzelere girmek isterseniz, çoğunun giriş ücreti 15 euro civarında. Aklınızda bulunsun. Oradan çıkınca magna plaza adında bir alış veriş merkezine gitmeye karar verdim. Bu alış veriş merkezine gitmeye çalışırken İsrailli bir arkadaşla tanışma şansım oldu. onunla türk mutfağı ve İsrail mutfağı üzerine konuştuk yol boyunca. Beni alış veriş merkezine kadar o bıraktı. Bu arada ona da İsrail körler için erişilebilir mi diye sormayı ihmal etmedim tabi. Söylediği kadarıyla erişilebilir bir yermiş ama tabi bunu bir görenin söylemesi yetmiyor artık bana. Gidip görmek ve deneyimlemek isterim doğrusu. Alış veriş merkezinde gezerken hardalların ve daha bir çok sosun satıldığı bir mağaza buldum ve el yapımı güzel bir hardal alıp oradan ayrıldım. Dükkanların ne içerikli olduğunu nasıl anladığımı daha önceki yazılarımda yazmıştım ama yine yazayım. Mesela bu dükkanı dışarıdan pek anlayamamıştım çünkü bir kokusu falan yoktu. Ama içine girip burada neler satılıyor diye sorunca öğrendim. Birde karşıma çıkan şeylere dokunarak çözmeye çalışmıştım ama ilk başta küçük kavanozlarla karşılaşınca açıklamayı duyana kadar tam olarak anlayamamıştım. Sonra birkaç kıyafet mağazası daha gezip yemek yiyebileceğim bir kafeye gittim. Kafe alış meriş merkezinin en üst katında yer alıyor ve yine İtalyan yemekleri olan bir yerdi. Ucuz yemek yerleri bulma konusunda biraz dertliyim doğurusu. Çünkü etrafı o an görsel olarak inceleyemeyeceğim için ilk bulduğum yere girmek zorunda hissediyorum kendimi. Sanırım bu konuda yeni yöntemler bulmalıyım. Zira bir çok Avrupa şehri oldukça pahalı. Bu kafede garsonluk yapan Afgan bir arkadaşla tanıştım. Daha doğrusu o benimle sohbet etmek istedi. Yemeği bitirince beni çıkışa götürebileceğini söylemişti ve kabul ettim. Sonra çıkarken, “buranın parfümleri çok güzel denemek ister misin?” dedi ve beni yan taraftaki parfümcüye götürdü. Israrla bir parfüm beğendirmeye çalıştı ve bende ısrarla beğenmediğimi ve istemediğimi söyledim. Yoksa arkadaş bana parfüm almaya niyetliydi. Sonrasını tahmin edemiyorum valla.. Sonra arkadaş beni bıraktı ve ben şehrin kalabalık ve istiklal caddemsi caddesine doğru ilerledim. Yaklaşık yarım saatimi de bu caddede turlayarak geçirdim. Caddede bol bol kıyafet mağazası, festfood mekanları ve parfümcüler var. Bir kıyafet mağazasında çok beğendiğim bir kıyafeti denemek için kabine gitmek istedim ve beni gören bir görevli kadın İngilizce olarak: “ben de kızım sana yardım edebilirim” deyince ben yine kısa süreli bir şoka girdim ve kendime gelip buna ihtiyacım olmadığını söyledim ve teşekkür ettim. Kabinden çıkınca aynı kadınla kasaya doğru ilerlerken kadına nereli olduğunu sordum ve kadın Kırşehirli bir türk çıktı. Evet dedim tahmin etmiştim. Tabi Hollandalı olsaydı da şaşırmazdım çünkü Avrupalıların da bir sürü benzer davranışıyla karşılaştım. Bir sonraki gün amsterdam’ın en meşhur parkı vondel parka gitmeye karar verdim. Sabah hostelde kahvaltıdan sonra otururken Türkçe konuşan bir grupla karşılaştım ve kendimi tutamayıp merhaba dedim onlara. Onlar da izmirden gelen bir gruptu ve içlerinde daha önce körlerle aynı projede yer almış ve bu konuda çok bilinçli arkadaşlar vardı. Onlarla tanışmak güzeldi bence. Sonra onlardan ayrılıp parka gitmek için tramvaya bindim yine. Parka da bir çok tramvay gidiyor ama bana en uygunu 12 numaraydı. Hostel görevlisi 7 demişti ama 7 numaradaki tramvay görevlisi de 12 numaranın en uygun olduğunu söyledi. Böyle böyle ulaştım parka sonunda. Parkın girişinde karşıma bir arkadaş çıkıp; “aaa ben seni dün Anne Frank müzesinde de görmüştüm ama sana merhaba dememiştim. Sen kitap okuyordun, çok etkileyiciydi.” Şeklinde bir konuşma yapınca ben yine “noluyo yine arkadaş!” diye bi şok geçirdim. Arkadaş Amerikalıymış ve beni Braille alfabesiyle yazılmış broşürü okurken görünce pek bi etkilenmiş. Yani bu da bir çeşit tavlama yöntemi olabilir mi bilemiyorum ama aklınızda bulunsun.  :D Arkadaşa girişte veda edip parkta ilerlemeye başladım ve yürüyüşün, doğanın tadını çıkardım olabildiğince. Tabi bu arada park cidden çok ama çok büyük ve kimse olmazsa kaybolma tehlikesi çok fazla. Görenler de bu parkta fazlasıyla kayboluyormuş. Bir de, beton yolu genelde bisikletliler kullanıyor. O yüzden siz benim gibi beton yoldan yürüyüp kendinizi ve bisikletlileri tehlikeye atmayın bence. :D Hemen betonun yanındaki çimlerin olduğu ya da toprak yolu takip ederek ilerleyebilirsiniz ve kafanıza göre istediğiniz yöne giderek kaybolmanın tadını çıkarabilirsiniz. Tabi parkın içinden nehir de geçiyor ve onun içinde dikkatli olmak gerek. Parkın içinde bir iki tane kafe ve bir de sosisekmekçi bir büfe var. Ben yine bir vejetaryen olarak yemek sorunu yaşadım. Yaklaşık bir saat yürüdükten sonra bir şeyler yemek için bir kafe buldum ve yine sandeviçle yetindim. Üstelik çok pahalıydı. Bu arada parkın içinde otururken bir baba ve 3-4 yaşlarındaki kızı birlikte top oynuyordu. Baba kızına nasıl daha iyi oynayacağını falan öğretiyordu. Bu da Türkiye’de pek görmeyeceğimiz bir durum olduğundan benim oldukça hoşuma gitti. Hmm bir de kafeden ayrılırken üst üste yine insanların “sen yalnız mısın” sorularına marus kaldım ve koşarak uzaklaştım oradan. Park o kadar büyüktü ki, parkın çıkışını bulmam ve tramvay durağına ulaşmam imkansız gibi görünüyordu. Sonunda bir kadın bana bana durağa kadar eşlik edebileceğini söyledi ve benimle geldi ama bunu kabul ettiğime biraz pişman oldum. Zira o da dakikalarca benim nasıl buraya tek başıma geldiğimi sordu ve benim köpeğim ya da refakatçim olması gerektiğini söyledi. Ona bastonumun benim için yeterli olduğunu anlatmaya çalıştım bende. Ayrıca ona neden Amsterdam gibi bir şehirde körler için yeterince erişilebilir koşullar olmadığını sordum ve bana “ben de bilmiyorum ama bildiğim kadarıyla amsterdamda körler için bir kafeterya var, başka bir şey bilmiyorum.” Deyip sustu. Yanında da çok tatlış bir köpeği vardı. Sonra tramvay durağında ayrıldık ve ben damm meydanına yani bir önceki gün gittiğim yere tekrar gittim. Bu sefer, sokak sokak dolaştım ve girmediğim sokak kalmadı. Hani bana burası Amsterdam demeseler baya baya bizim büyük şehirler gibiydi bence. Bu arada yazmama bile gerek yoktur ama yine de yazmadan geçmeyeyim: şehrin her tarafı gerçekten ot kokuyor. İçmiş kadar oluyorsunuz. Bu arada şehir meydanında yakaladığım ortaçağ müziği yapan bir müzisyenin kaydını da sizinle paylaşmak istiyorum.
https://www.youtube.com/watch?v=XQAXV80FynY&feature=em-upload_owner
bu enstrmanın ismini biliyordum ama unuttum. Benim hoşuma gittiği için kaydetmeden geçemedim doğrusu. Yine cadde de dükkanları gezerken bir yerde çalışan abi Türk çıktı. Buranın neden yeterince erişilebilir olmadığı üzerine konuşurken bana; “geçenlerde burada bununla ilgili bir haber vardı, Avrupada en az körlerin olduğu ülke Hollandaymış.” Dedi. Yani bilemiyorum doğruluğu nedir ama yine de, her kimliğin özgür olabildiği bir ülkede çok daha erişilebilir düzenlemeler yapılabilirdi diye düşünüyorum. Bu ilginç şehri geride bırakıp bürüksel yollarına düşmek için hostelden ayrılıyorum 3. Gün ve tramvay durağına giderken biraz kayboluyorum. Bu sırada otobüsümün kalkış saati de gittikçe yaklaşıyor. Neyse ben doğru yolu ararken bir araba gelip yanımda duruyor. Öncesinde içimden geçirdiğim şey; “keşke şimdi biri gelse ve beni otobüs istasyonuna bıraksa ne güzel olur!” oluyor. Arabadan bir adam iniyor ve bana nereye gitmek istediğimi soruyor. Ona durumu anlatıyorum ve “seni bırakmamızı ister misin” diye soruyor. O an gerçekten çok mutlu oluyorum. Beni otobüse kadar bırakıyorlar ve işlerine gidiyorlar. Bende bürüksele, AB başkentine doğru yola çıkıyorum. Evet yeterince erişilebilir değil bu şehir ama yine de tekrar gelmek isteyeceğim şehirlerden. Ayrıca her ne kadar yeterince değil desem de, şu ana kadarki gezdiğim yerler arasında en iyilerinden sanırım. Yani kötünün iyisi belkide.